Sağda Behzad’ın en son resmi, solda kıymetli sanatkar antika koleksiyonları ile dolu salonunun bir köşesinde.
Türk Sahnesinin Makiyaj Kıralı: BEHZAT Hayatında ilk defa bize mülakat veriyor.
Bu hikâyeyi bir yerde okudum: Darülbedayide “Kayseri gülleri” oynanıyordu. Kulis arkasında büyük bir telâş vardı. Sahne nazırı, çok kıymetli bir şey kaybetmiş gibi kıvranıyor, etrafına bakmıyor, aranıyor ve önüne gelene soruyordu:
— Behzad nerede?
— Behzadı gören yok mu?
— Eyvah; rezil olacağız! Sahne nazırı telâşında haklıydı. Zira perdenin açılmasına birkaç dakika kalmıştı ve Bodos ağa rolünü oynayacak olan Behzad meydanda yoktu.
O sırada, on dakikadır bu telâşı sükûnetle seyreden birisi sahne nazırını önledi ve soğuk kanlılıkla adeta alay eder gibi sordu:
— Demek siz şimdi Behzad’ı arıyorsunuz?
Bu sual sahne nazırını çileden çıkarmıştı. Hiddetle bağırdı:
— Sağır mısın, kör müsün be adam? Bir saattir kimi aradığımı anlayamadın mı ki soruyorsun?
O zaman beriki, içleri gülen zeki gözlerini, muhatabının hiddet ve endişe saçan gözlerinin içine dikti, elini omzuna koydu, ve:
— Ağzını açıp gözünü yumacağına, gözünü açıp ağzını yumsaydın, beni tanımakta bu kadar güçlük çekmezdin dostum!
Evet. O; pos bıyıkları ile, halis Kayserili kılığı ile ve üzerlerine istavroz resimleri çizilmiş koca elleri ile alelâde bir figürana benzeyen aktör, hakikatte Behzad’dı. Fakat üstadane bir makiyaj, sanatkârı o kadar değiştirmişti ki, sahne nazırı bütün dikkatini seferber etse onu tanıyamazdı.
Bu garip hikâyeyi de bir dostum anlatmıştı:
— Sinema yıldızları arasında “Emil Yanings” in makiyajdaki yüksek dehası önünde boyun eğmeyen yok gibidir. Hatta bu şöhret, hafızalarımıza kök salan harcıâlem darbımeseller kadar dile düşen bir hikâyecik doğurmuştur.
Birçok yıldızların bir araya geldikleri bir gece toplantısında Anita Paj, huysuzlanan köpeğini döğen Lili Damitaya sokularak gülmüş ve:
—Aman, demiş, vurma, belki “Emil Yanings” dir. Zira, mübareğin aklına esdiyse, bugün de senin köpeğin kılığına girmiştir!
***
İkinci hikâyeyi yazdıktan sonra size:
—Sakın köpeklere ilişmeyin, belki Yannings’dir,diyerek aynı, nükteyi tekrarlamayacağım. Fakat Behzad’ın makiyaj sanatında “Türkiye’nin Emil Yanings’i” olduğuna inanmanızı dileyeceğim!
***
—Beş on Behzad yetiştirdiğimiz gün, perdemizi bütün dünyaya açabiliriz!
Bu satırları da; meslektaşım Selâmı İzzetin; Behzad’ın sahne hayatındaki yirmi beşinci yılını doldurması münasebeti ile yazdığı bir fıkradan alıyorum.
Behzad’ı yakından ve iyi tanıyan okuyucularım, bu iki iddiaya da inanmakta tereddüt edemeyeceklerdir.
Bilmem Behzad’ın bu sıfatlara hak kazanmak uğrunda çektiklerini kendi dilinden ve kısaca dinlemek istemez misiniz?
— Sanat merakı bende altı yaşımda başladı. Babamla beraber bir cambaz kumpanyasını seyre gitmiştik, orada bir adam, karnının üstünde koca bir taş kırdırıyordu. Evvelâ bu marifete üzendim. Ve eve döner dönmez arkadaşları topladım; ayni şeyi talime başladım. Tabi karnımda kırdırabildiklerim granit değil, kiremitti. Fakat bu sayede karnımın adaleleri az zamanda çok sertleşti. Hatta o zamanki idmanların hâlâ faydasını görürüm. Bu gün, beş kişi birden göbeğimi yumruklaşa, “gık” demeden dayanabiliyorum. Bence sanatta en elzem olan şey, mahrumiyete dayanabilmek kabiliyetidir. Ve ben bu garip vesile ile sanata karşı ilk hevesi duyarken ayni zamanda en elzem kabiliyeti iktisap etmiş ve mideme taş basmasını öğrenmiş oluyordum.
Ondan sonra babam öldü. Ben evvelâ Mercan İdadisine, orada dikiş tutturamayınca Ticaret mektebine girdim. Resme de çok merakım vardı. O sıralarda aynı zamanda, ressam Muazzez beyin yanına da devama başladım. Nihayet Ticaret mektebini de serdim ve merakımı, gayretimi, tiyatroya resme verdim. Bir gün ressam Muazzez Bey beni, oğlunun sünnet düğününe çağırdı. Ve orada, onun şerefine İbnürrefik Ahmed Nuri, Filozof şair Riza Tevfik, Baha, Fuad, Kadıköylü Refik, Salâhattin, Ferid, Nimet beylerle birlikte ilk defa ortaoyununa çıktım. İşte sahne hayatımın başlangıcı sonradan çoğu, müdür, sefaret kâtibi hatta nazır olan bu zevat arasında aldığım bu küçük rolle olmuştur.
İstibdat ve harp seneleri birbirini kovaladı, istibdadın sillelerini sahnede yedim, vücudumda bir kurşun yarası ile ve ayağımda şişle döndüğüm harpten sonra kendimi yine sahnede buldum. Sırtlarımızda taşıdığımız halılarla, sandalyelerle, masalarla kurduğumuz sahnelerde, karnımızı, bir türlü tükenmeyen ümidimizle doyura doyura çırpındık durduk.
Nihayet 1914 de, Cemal Paşa, Paris’ten Antuvan isminde bir rejisör getirtti. Tiyatroyu ıslaha teşebbüs etti. Açılan bir imtihana tam 115 kişi girdik. Bunda, Sara Mannik , Ertuğrul Muhsin, Otello Kâmil Riza ve ben muvaffak olduk. Ve dokuzar altınla Darülbedayie alındık.
Fakat bu dokuz altın aylığın keyfini dokuz ay olsun sürmek nasip olmadı. Umumi harp patladı. Ve Çanakkale’ye gittim. Orada, bir bomba parçası pazılarımdan birini uçurdu.
Cephe dönüşünde, Darülbedayii Beyoğlu’nda Hammalbaşında faaliyette buldum. Ve sırtımdaki kanlı asker elbisesini, ayaklarımdaki tozlu yırtık postalları çıkaramadan sahneye girdim ve Halid Ziya’nın Firuzan piyesinde rol aldım.
Ondan sonra muhtelif ihtilâflar oldu. Darıldık, dağıldık, toplandık ve nihayet hep bir arada yirmi beş yılı tamamladık.
Kıymetli sanatkâr; yirmi beş yılı dolduran büyük tehlikelerden, sefaletlerden birini ve bence en ibret ve hayret vericisini şöyle anlatıyor!
İtalyan harbinin patlamasından sonra kumpanyamız dağılmıştı ve ortalığın sükûn bulacağı sıralarda hepimiz, işsiz, meteliksiz kalmıştık. Merhum komik Ali Rıza, ben ve beş arkadaş:
—Ümit dünyası bu! Dedik, Karadenize açıldık. Hareketten episonra idi. Otello Kâmille güvertenin bir köşesine büzülmüştük, ikimiz de hiç konuşmuyor, düşünüyorduk. Deniz gittikçe kararıyordu. Az sonra yanımıza Anber Hanım sokuldu, ve:
—Çocuklar, dedi, vapur mu sallanıyor, yoksa bana mı öyle geliyor?
Az ilerimizde yalnız bir adam oturuyordu. Amberin sualine:
—Hayır, anam, vapurda bir şey yok, sana öyle geliyor! Cevabını verdi. Otellonun, ne kadar titiz, kavgacı, atak bir insan olduğunu biliyordum.
Bu lâfı hazmedemeyeceği muhakkaktı. Bu endişeyle derhal atıldım ve:
—İşi büyümeden keseyim diye, sıska herifle hatif tertip, ağız dalaşına haşladım.
Fakat herif birden yerinden fırladı ve ambara koşarak, aşağıya bağırdı.
—Ulan bizim efeler, dalganın sırası değil. Hergelen n biri dinimize imanımıza sövüyor.
Az sonra etrafımız yedi sekiz bıçkınla çevrilmişti. İçlerinden birisi fetvayı verdi:
—Gırtlaklarını sıkıp denize atalım!
Daha bu cümle tamamlanmadan çeneme müthiş bir yumruk indi. Elime geçen bir demir halkayı kapınca, saldırdım. Fakat ardamdan bir yumruk daha geldi, sarsıldım, tabanca düdük sesleri duyar gibi oldum ve karanlık soğuk bir boşluğa doğru adeta kaydığımı hissettim.
Gözlerimi, vapur salonunun masası üstünde açtım. Etrafımda yüzlerini birden seçemediğim insan gölgeleri halkalandı. Elbiselerim sırsıklamdı. Meğer ağzımı koca bir mendille tıkayıp beni denize atmışlar. Kâmil tabancacasına, onlar kamalarına sarılmışlar. Ateş başlayınca içlerinden biri vurulmuş, diğerleri kaçmışlar ve yetişen tayfalar, beni boğulmaktan kurtarmışlar.
Giresun’a ayak bastığımız zaman epeyce hasta idim. Tuttuğumuz pansiyona daha yerleşmeden karşımıza dikilen İstalyano isminde bir adam:
—Aman, dedi, buraya geldiğinize iyi etmediniz. Sahneye filan çıkmadan geri dönmenin yoluna bakın! Zira sizden evvel gelen tiyatro kızları, Giresun’un arkasındaki adaya kaçırıldı. Geriye kalanlar, canlarını kurtardıkları için sadaka dağıtarak kaçtılar!
Bu Sözler, kırık maneviyatımızı alt üst etti. Aklımız sıra ihtiyatlı tedbirler aldık. Ve aramızda kızlara, kadınlara hariçten hiç kimseyle temasa gelmemelerini tembih ettik.
Kadınları, her ne bahasına olursa olsun muhafazaya ahdetmiştik. Dördüncü temsil akşamı, perdeci Niko telâşla geldi:
—Yandık, dedi, bu gece Araksiyi mutlaka kaçıracaklarmış!
Biz tabi aklımız sıra yine tedbirler aldık. Ve muayyen saatte perdeyi açtık. Dışarıdaki bir metre kara rağmen tek boş sandalye kalmamıştı. Kantolar sükûnetle geçti ve dram başladı.
En baş locada, bir türlü ele geçirilemediği söylenen bir cinayet faili oturuyordu. Yanında eşraftan biri vardı.
Dram başladıktan az sonra, yüksek sesle Otello Kâmile sunturlu bir küfür savurdu, Kâmil mukabele etti. O locadan atladı, sahneye girdi. Kâmil tabancasını çekti ve hiç besmeleden birkaç el birden ateş etti, kadınlar bayıldı, sahneye bir hücum oldu ve ortalık kıyamet yerinden beter oldu.
Zaptiye yetişinceye kadar canını kurtaran kurtardı yanan yandı.
O gece aldığı yaraya dayanamayan zavallı Araksiyi ve onun acısına tahammül edemeyen dostunu Giresun’a gömmüştük.
Şimdi ne zaman gözlerimi kapasam, bu, şimdi yeri bile olmayan iki mezarı hatırlarım. Ve yıkılan irticaa kinle diş bilerim. Ve onun zavallı kurbanlarını anmak gözlerimi gayri ihtiyari yaşartır!
Bu müthiş vakadan sonra artık orada barınamazdık. Fakat o sırada başlayan müthiş bir fırtına firara da imkân bırakmayarak aksilikleri tamamladı. Ve ilk vapura kadar Giresun’da, hayatımızın en kara, en sefil günlerini geçirdik.
O sırada bir gün, pansiyonda Otello Kâmille yan yana oturuyor ve İstanbul’dan hareket ettiğimiz zaman olduğu gibi pis pis düşünüyorduk. Birden ikimizde de bir hareket belirdi, üç metre ilerimizdeki bir sigara izmariti, ikimizin birden gözümüze ilişmişti; yerlerimizden birer yay gibi fırladık, izmarit bana kısmet oldu ama kapıcıya kadar, zavallı Kâmil beş parmağını birden kırıyordu.
Hulâsa, Giresun’dan, dönerken koyunların aralarındaki gübreler bize, bir yataklı kamara kadar rahat geldi.
***
— Bu eski bir Yunan parasıdır. Alman antika müzesinin katalogunda bunun resmi vardır. Ve altında, bu paradan dünyada yalnız iki tane bulunabildiği yazılıdır! Bu üçüncüyü, tam sekiz sene aradıktan sonra bulabildim!
Bu sözleri; evinin salonundaki antika dolabının önünde sanatkâr Behzad söylüyor.
O; sanatkârın günahkâr sayıldığı kâbuslu devrin sahne gönüllülerine reva gördüğü kadar bütün kahırları çekmiştir. Fakat bütün, bu kahırların ağarttığı saçlarına rağmen, bir çocuk kadar neşeli, sanatkâr, seneler süren sanat mücadelesini bu günkü mütevazı haline erişmek uğrunda yapmış kadar da nikbin. ‘
Sahne dışındaki hayatının bütün zevkini, çok sevdiği kuşları, köpekleri, çiçekleri, antikaları, kedileri ve balıkları arasında bulunduğunu söylüyor!
Fakat kediler, kuşlar, köpekler, balıklar deyipte geçmeyin, onun evini hayvanat bahçesine çeviren bu mahlûklardan her birinin birer macerası, birer hikâyesi var. Meselâ;
—Bu köpek, diyor, Türkiye’de sahneye çıkan yegâne köpektir.
Kümesini gösterirken ilâve ediyor:
—Bu kuşu Hindistan’dan getirttim!
Şu kedinin resti tükenmiştir!
—Şu hünkârilerin çifti 100 altına!
Hakikaten sanatkârın kuşları, kedileri köpekleri ve bilhassa balıkları, görülmeye değer çok nadir çok garip mahlûklar.
Onu; bu sevimli ve masum eğlencelerde yalnız bırakmadan evvel:
—Aman, dedi, yukarıda bir akvaryumum daha var. Onu görmeden giderseniz ziyanlı çıkarsınız!
Son akvaryumdaki balıkları gördükten sonra sanatkâra hak vermemek elimden gelmedi.
Parlak karışık renklerde suyun için de cana gelmiş birer mücevheri andıran bu mahlûkların şirinliklerini görselerdi dünyanın bütün balıkları hasetten çatlarlardı.
Merak ile sordum:
—Üstat hep birbirine benzeyen bu mahlûkların cinsiyetlerini nasıl tefrik edebiliyorsunuz?
Sanatkâr güldü:
—Gayet basit erkekleri, dişilere mütemadiyen saldırışlarından anlarız. Dişileri de diğerlerinden kaçışlarından!
Behzad bey gülerek ilâve etti:
—Sonra meselâ, yukarıdan küçük bir ayna gösteriniz, erkek balıklar hiç oralı’ olmazlar, fakat dişiler derhal üşüşürler!
Yazan: Naci Sadullah (1935)